Kül Şehir

Kül Şehir Kitap İncelemesi

 

“Karakaşoğlu’nun Kül Şehir romanı, tarihî bir olay olan Beyoğlu yangınını merkeze alarak insan ruhunun zorluklar karşısındaki direncini ve umudunu incelikle işlerken, okuyucularını 19. yüzyıl İstanbul’unun karmaşık ve katmanlı dünyasına davet ediyor.”

Hakan Karakaşoğlu’nun Kül Şehir romanı, 1870’lerin İstanbul’unda, Beyoğlu’nun Avrupai yüzünü oluşturan pasajlar, oteller, kiliseler ve tiyatroların varlığıyla o dönemin canlı kültür dokusunu ustalıkla yansıtıyor. Beyoğlu’nun kalbinde patlak veren büyük yangın ise sadece yapıları değil, orada yaşayan insanları da köklü bir dönüşüme sürüklüyor. Bu yangının ardından hayatta kalanlar, eski hayatlarının küllerinden yeni yaşamlarını kurmak zorunda kalıyorlar. İşte, tam bu atmosferde şekillenen Kül Şehir, dönemin toplumsal ve kültürel dinamiklerini de gözler önüne seren bir panorama sunuyor.

Romanın başkahramanı Panayota, İstanbul’da varlıklı Rum bir ailenin kızı olarak, şehrin refah içinde geçen günlerinde, eğitimli ve kültürlü bir hayat sürmektedir. Ancak yangın, ailesinin trajik kaybına yol açarak onu bu korunaklı dünyadan uzaklaştırır. Kardeşi Mihail ile birlikte, kendini bir anda kimsesiz ve savunmasız bir halde bulur. Taksim’de geçici olarak kurulan çadırlarda zorlu koşullarda yaşam mücadelesi vermeye başlayan Panayota, bir yandan kardeşine bakmaya, bir yandan da onun geleceğini güvence altına almaya çabalar.

Panayota’nın en zor anlarından biri, kardeşi Mihail’in hastalanması ile gelir. Onu iyileşmesi için eniştesinin evine bırakmak zorunda kalır ve böylece kendi ayakları üzerinde durmanın yollarını aramaya başlar. Ancak alışık olmadığı işlerle uğraşmak zorunda kalması, Panayota’nın ne denli güçlü bir karaktere sahip olduğunu gösterir. Çeşitli işlere girip çıkan genç kadın, hayalini kurduğu yaşama ulaşmanın sanıldığı kadar kolay olmadığını anlamakta gecikmez. Hayat koşullarının onu suça sürüklediği bir noktada, babasından öğrendiği matbaacılık bilgisiyle kalpazanlık yaparak ayakta kalmaya karar verir.

Kül Şehir, sadece Panayota’nın yaşadığı dönüşümü değil, dönemin Beyoğlu ve Taksim çevresindeki toplum yapısını, şehir hayatının karmaşasını ve sosyal sınıf farklılıklarını da incelikle anlatıyor. Osmanlı’nın Tanzimat dönemine ait toplumsal yeniliklerin etkisi, İstanbul’un modernleşme süreci ve şehirdeki gayrimüslim toplulukların günlük yaşantısı roman boyunca karşımıza çıkan detaylarla ustaca işlenmiş. Tulumbacılar, tüccarlar, kalpazanlar, Tanzimat aileleri ve sürgünler gibi dönem karakterleri, olaylara renk katarken, romanın okuyucuyu içine çeken gerçekçi bir arka plan sunmasını sağlıyor.

Romanın başarılı bir şekilde kurguladığı polisiye unsurlar da okuyucuyu heyecan dolu bir serüvenin içine çekiyor. Panayota’nın hayatının dönüm noktalarını, İstanbul’un o dönemki yeraltı dünyasıyla yüzleşmelerini ve kardeşi için fedakarlık yapma çabasını izlemek oldukça sürükleyici. Bir yanda kalpazanlık suçunun getirdiği tehlikelerle baş etmeye çalışan Panayota’nın hikayesi, diğer yanda ise İstanbul’un her köşesinde dolaşan muhbirler, merhametsiz hekimler ve servet avcılarıyla dolu bir suç dünyası arasında geçen etkileyici bir mücadeleyi resmediyor.

Sonuç olarak, Kül Şehir, hem tarihi atmosferi hem de güçlü karakterleriyle 2024 Don Kişot İyi Edebiyat Ödülü’nü hak eden bir roman olarak öne çıkıyor. Panayota’nın yangın sonrası kendini bulma çabası, okuyucuya içsel bir yolculuk sunarken; zengin detaylarla bezeli İstanbul manzarası ise dönemin ruhunu yaşatıyor. Özellikle polisiye edebiyat sevenler için, Kül Şehir hem tarihi bir arka plan içinde hem de suç dünyasının derinliklerinde unutulmaz bir okuma deneyimi vadediyor.

1870’lerde İstanbul

 

1870’lerin İstanbul’u, Beyoğlu semtiyle Avrupai bir kimliğe kavuşmuş, şehrin kozmopolit ve modern yüzünü sergileyen bir kültür merkezi haline gelmiştir. Osmanlı İmparatorluğu’nun Tanzimat reformları ve Batılılaşma hareketleri bu semtte bariz bir şekilde kendini gösterirken, Beyoğlu’nun pasajları, otelleri, kiliseleri ve tiyatroları, dönemin entelektüel ve kültürel yaşamının kalbinin burada attığının en canlı kanıtlarıdır

Pasajlar, Beyoğlu’nu bir alışveriş ve sosyalleşme merkezi haline getirirken, buradaki dükkanlar, kafeler, antikacılar ve moda mağazaları Batılı yaşam tarzını benimsemiş, yeniliklere açık bir kesime hitap eder. Avrupa’dan gelen ürünler, kıyafetler ve sanatsal objeler bu pasajlarda sergilenir, yerli ve yabancı halkın ilgisini çeker. Özellikle Cite de Pera gibi ünlü pasajlar, Beyoğlu’nun en uğrak noktalarından biridir ve burada gerçekleşen sosyal etkileşimler, İstanbulluların yaşamına Avrupai bir bakış açısı katmaktadır.

Beyoğlu’nun otelleri de Batı’dan gelen misafirleri ağırlayan, şehrin en lüks konaklama yerleridir. Bu oteller, Batılı mimari tarzda inşa edilmiş ve dönemin modern konforlarını sunarak Beyoğlu’nun kozmopolit yapısına katkıda bulunmuştur. Özellikle Pera Palace gibi simge yapılar, zamanla Batı dünyasından gelen diplomatların, tüccarların ve sanatçıların buluşma noktası haline gelir. Bu oteller, aynı zamanda Beyoğlu’nda gelişen kültürel etkileşimlerin de merkezidir; lobi sohbetleri, sanat tartışmaları, diplomatik ilişkiler burada gelişir.

Beyoğlu’nun kiliseleri ise semtin çok dinli yapısını ve kozmopolit kimliğini yansıtır. Ermeni, Rum, Levanten, Fransız ve İtalyan topluluklarına ait kiliseler, İstanbul’un farklı dinlere ve kültürlere olan hoşgörüsünün sembollerinden biri olarak kabul edilir. Beyoğlu’nda Pera Bölgesi’nde yükselen bu kiliseler, hem dini törenlere ev sahipliği yapar hem de mimari açıdan semte zarif bir güzellik katar. Saint Antoine Kilisesi gibi yapılar, ziyaretçilerin dikkatini çeker ve semtin ruhuna katkıda bulunur.

Tiyatrolar ise Beyoğlu’nun sosyal hayatının en önemli unsurlarından biridir. Tanzimat Dönemi’nde Batı kültürünün etkisiyle yaygınlaşan tiyatro, özellikle Beyoğlu’nda halkı sanatla buluşturan önemli bir araç haline gelir. Tiyatro salonları, sadece İstanbullular için değil, aynı zamanda Batı’dan gelen sanatçılar ve oyunlar için de bir sahne sunar. Buradaki gösteriler, Batı kültürünü İstanbullulara tanıtırken, yerli oyunların da izleyici bulduğu bir platform yaratır. Tiyatro izleyicileri, modernleşen Osmanlı toplumunun yeniliklere açık bir yüzünü yansıtır ve toplumun sosyal yapısına Avrupai bir kimlik kazandırır.

Bütün bu unsurlar, Beyoğlu’nu sadece İstanbul’un değil, Doğu ile Batı’nın kesiştiği bir kültür merkezi haline getirir. Pasajlar alışverişin, oteller konforun, kiliseler dinin ve tiyatrolar sanatın temsilcisi olarak Beyoğlu’nda bir araya gelirken, 19. yüzyılın sonlarına doğru İstanbul’u ziyaret eden her gezginin dikkatini çeken, kendine has bir atmosfer yaratırlar. Beyoğlu’nun bu Avrupai yüzü, Osmanlı’nın Batı’ya açılan kapısı olarak İstanbul’a modern bir kimlik kazandırır.

Romanın Kurgusu

 

Hakan Karakaşoğlu’nun Kül Şehir adlı romanı, 1870 Beyoğlu yangını gibi büyük bir felaketin insanların hayatını nasıl köklü bir şekilde değiştirdiği üzerine inşa edilmiştir.
Karakaşoğlu’nun bu roman fikri, John ve Brendan Freely’nin Galata, Pera, Beyoğlu: Bir Biyografi ile Said N. Duhani’nin Eski İnsanlar Eski Evler kitaplarını okuduktan sonra ortaya çıkmış. Yazar, bu iki önemli eserin ardından yaptığı okumalarla romanının ana temasını iyice şekillendirmiş. Kül Şehir, zorunlu değişimler, hayatta kalma mücadelesi ve umudu koruma gibi evrensel konuları ele alırken okuyucuyu da sürükleyici bir hikayeye davet ediyor.

Karakaşoğlu, İstanbul ve özellikle Beyoğlu’nun kendisi için tükenmez bir ilham kaynağı olduğunu ifade ediyor. Yıllardır romanına konu olan sokaklarda yürüyen yazar, bu sokaklarda artık bambaşka duygular yaşadığını söylüyor. İstanbul’u “katman katman, hem geçmişe hem bugüne ait bir şehir” olarak tanımlayan Karakaşoğlu, bir gezgin olarak şehrin içinde dolaşmanın tarihle ve günümüzle iç içe yaşamak gibi bir his uyandırdığını dile getiriyor. Bu hisleri yazıya dökme süreci, onun için oldukça özel bir deneyim olmuş.

Romanın karakterlerini yaratırken, Karakaşoğlu, 1870 yılının bir fotoğrafını çeker gibi belli başlı karakterleri romanına yansıtmış. Panayota gibi güçlü bir karakter, Rum bir ailenin kızı olarak kayıplarına rağmen ayakta kalmaya çalışan genç bir kadını temsil ederken, bıçkın Ali ise tulumbacı odalarında çaresizliğini unutmaya çalışan bir figür olarak yer alıyor. Yazar, karakterlerinin dönemin koşulları ve yaşadıkları kişisel trajedilerle mücadele eden bireyler olduğunu vurguluyor.

Romanın olay örgüsü ise 1870 Büyük Beyoğlu Yangını gibi tarihi bir olay üzerine kurulu. Yangın, romanın arka planını oluşturuyor ve karakterlerin dönüşüm sürecini hızlandıran bir unsur olarak öne çıkıyor. Karakaşoğlu için, tarihin gerçeklerini yansıtırken kurgunun akıcılığını korumak ise en büyük zorluk olmuş. Bu dengeyi sağlayabilmek için metnin üzerinden defalarca geçen yazar, birçok kaynağı titizlikle taramış. Örneğin, romanın başlangıcında bir Türk ailenin Beyoğlu’ndaki Naum Tiyatrosu’nda bir hayır etkinliğine katılması sahnesi yer alıyor. Dönemin toplumsal yapısını göz önünde bulundurarak, böyle bir olayın mümkün olup olmadığını öğrenmek adına bir akademisyene danışmış. Yine de yazar, bu kitabın kurmaca bir eser olduğunun, tarih sahnesinin ise kurguyu zenginleştiren bir araç olarak yer aldığının altını çiziyor.

Bir yazar olarak Karakaşoğlu, Kemal Tahir, Ahmet Hamdi Tanpınar ve Orhan Pamuk gibi ustaların kendisine ilham verdiğini söylüyor. Ayrıca, Rus klasiklerinden ve polisiye türündeki Lawrence Block ve Sue Grafton gibi yazarlardan da ilham alıyor. Kendini etkileyen eserler arasında Kara Kitap, Suç ve Ceza, Esir Şehir Üçlemesi gibi önemli yapıtları anan yazar, güncel Türk edebiyatına daha fazla yönelmesi gerektiğini de bir öz eleştiri olarak belirtiyor.

Karakaşoğlu’nun Kül Şehir romanı, tarihî bir olay olan Beyoğlu yangınını merkeze alarak insan ruhunun zorluklar karşısındaki direncini ve umudunu incelikle işlerken, okuyucularını 19. yüzyıl İstanbul’unun karmaşık ve katmanlı dünyasına davet ediyor.

cultureSettings.RegionId: 0 cultureSettings.LanguageCode: TR
Çerez Kullanımı

Sizlere en iyi alışveriş deneyimini sunabilmek adına sitemizde çerezler(cookies) kullanmaktayız. Detaylı bilgi için Kvkk sözleşmesini inceleyebilirsiniz.